Geride Kalan Ömrüm

Saat gece yarısını geçmiş durumda.

İzmir’deki evimden bir haftadır ayrıyım. Gecikmiş bayram tatili sebebi ile geldiğim Diyarbakır, içime yaptığım bir yolculuk oldu.

Bundan önceki gelişlerimde hep Kalan Ömrüm varken aklımda, şimdi Kalan Ömrüm’e ek olarak geride bıraktığım ömrümde akıl odalarımı işgal etmiş durumda.

Neden mi?

Bu şehirin her sokağında her mekanında her kaldırımında bir anım var da ondan. Ama akıl odalarımın işgal altında olmasının sebebi bu değil. Her kaldırımda çakıl taşı boyutunda da olsa sözler var.

Tutulmayan…

İşte her şey böyle başladı bu yolculukta.

Evrensel doğruları yaşamının merkezine almış, etrafındaki insanlardan “beni hiç yanıltmadın, olmayacak bir şeyi asla söylemedin” cümlelerini sayısız kere duymuş ben “Geride kalan ömründe sözlerinin hepsini tutabilmiş kaç insan tanıdın?” diye sordum kendine.

Geride kalan ömrüm için acınası bir cevap duruyordu ortada öylece.

Sıfır!

Kocaman bir sıfır.

Ama hikaye bana bunun değişebileceği konusunda ufak ümitler vermişti.

Çünkü Kalan Ömrümde tanıdığım insanların çok minik bir kısmı “sözlerini tutmak için saygı duyulacak bir çaba sarf ediyordu!”


“Tarih en iyi öğretmendir, sen ne kadar iyi bir öğrencisin?” diye sordum ansızın kendime. Hiç sormadığım soruları akıl edebilmek beni mutlu ederken, mutsuz olacağım bir cevap verdim kendime.

-“Herkes bir gün sözünü yiyecek bir noktaya geliyorsa, fıtratına yeniliyorsa nasıl iyi bir öğrenci olabilirsin ki?”

-“Tarih, onu değiştirenleri yazar! bunu bilmen lazım.”

-“Acınası bir haldesin, son bir kaç yazında dönüp dolaşıp benzer şeyleri yazıyorsun.”

-“Çünkü farklı farklı yollarla deniyorum. Sonuçları benzer ya da aynı olsa da metotlarım farklı olduğu için Einstein’in aptallık tespitine henüz girmiyorum.”

-“Bazı insanlar bazı şeyleri hiç öğrenemez. Galiba bu konuda geride bıraktığın ömründen miras alacaksın kalan ömrüne.”

-“Vur yüzüme diye yazıyorum belki de!”

-“Boşversene!”

diye devam etti içimdeki seslerin konuşması.


Evet ne diyordum, içime yaptığım bu yolculuk. Bu betimlemeyi bir izleyicimden öğrenmiştim. Bu hikaye sayesinde içine yolculuk yapan çok insan tanıdım. Ama onlar bu yazının dışında. Daha gerilere gidiyorum. Kalan ömrümden değil, geride bıraktığım ömrümden bahsediyorum.

Sahi kaç ömür sığdırdım. Geride bıraktığım kaçıncı ömrümden bahsetmeliyim.

İlk olarak 17 yaşımda anladım. Hızlı yaşamak basit kalıyordu. Ben her bir insanla geçirdiğim sürede ya da bir girişimimde sanki bir ömür yaşıyordum. Ve o diyalog/iş bitince, o ömrüm son buluyordu.

Çünkü o kadar yoğun, o kadar uçlarda hissederek yaşıyordum.

Henüz farkındalığımın çokta gelişmediği bir dönemde hala hayatımda olan bir dostum demişti. “Gençliğinde yaşayabileceğin duyguların neredeyse hepsini 17 yaşına sığdırdın.”

Belki de bundandı 19 yaşımda şirket kurma arzum…

Şu an sayabildiğim kadarı ile geride bıraktığım ömrüme 4 ömür sığdırdım. Kalan ömrümden ise ilk ömrümü bitiriyor gibi hissediyorum.

31 yaşımdayım ve 5 ömür sığdırmışım gibi algılıyorum. Başka bir açıdan 5 kere öldüğümü düşünüyorum.

Bir insan kaç defa doğacak güçte olur ki…

Özellikle vücudu her geçen gün daha fazla yıpranıyor ise.

Verilen sözlerin tutulmayışı, bir kağıt kesiği gibi yaktı canımı. Yine de inanmaya devam ettim, umutsuz bir yaşam olamazdı.

Bir gün artık bir ömrüm kalmazsa, o zaman umudum yok olmuştur işte. Ve ben köprüden huzurla atlayabilirim demektir.

-“Kötü bir insan olmanın kararını vermek huzurlu hissettirebilir mi?”

-“Tabiki salak, bir de farkındalıktan bahsediyorsun. Sana bunu hissettirecek bakış açısı, sırtından attığın yükler.”

-“Evet, artık evrensel doğrular yok. İnsanlara doğruyu öğretmek için sarf edilecek bir çaba yok. Ahhh bu zamana kadar özgür olduğumu sanıyordum galiba.”

-“Hala salaklık yapıyorsun! Senden öğrendikleri ile doğru davranmak için saygı duyulacak bir boyutta çaba sarf eden insanlar varken bunu yapamazsın.”

-“O zaman Kalan Ömrüm’ün çocukluk arkadaşları aynı zamanda beni kelepçelemiş insanlar.”

-“Bu açıdan evet ama aynı zamanda mutlak özgürlüğe kavuşturabilen birileri olacaksa bu bahsettiğin bir avuç insan olması en muhtemeli. Bunu çok iyi biliyorsun. Hem konu onlar değil. Dön geri!”

diye devam etti tekrardan içimdeki sesleri…


Öyle kadınlar ve ya dişiler tanıdım ki…

Evlenilebilecek ideal kişiler. Bu sonuca nasıl vardığımı anlatmak istiyorum.

Okuduğum kitaplardan, izlediğim filmlerden, dinlediğim hayat hikayelerinden ya da çevremden gözlemlediğim kadarı ile insanların eş seçimi yaparken dikkat ettiği kriterlerden tutunda besledikleri duygulara kadar hepsini alıyorum ve kendi tanıdığım kadınlar ya da dişiler ile karşılaştırıyorum.

Hissedilen duygu yoğunluklarını kesin olarak karşılaştıramasam da bireylerin birbirine hissettirdiklerinin yoğunluklarını, sunuş şekillerine göre karşılaştırabilirim. Ve bakıyorum ki, benim yerimde olan biri şimdiye kadar en az on kere evlenmişti. Hem de en az…

Ve hepsi benimle tanıştıklarında evlenmeyi kesinlikle düşünmeyen insanlardı. Ne olduysa benle evlenemeyeceklerini anladıklarında tüm sözlerini de becerip gittiler.

-“Ego mu bu?”

-“Şimdi de sen salaklık yaptın, acınası bir hal bu.”

-“Peki neden evlenmedin?”

-“Evrensel doğruları teoride kabul eden ama uygulamaya gelindiğinde birden fazla kez tökezleyen insanlarla evlenemem. Her tökezleme, gelecekte bir kağıt kesiği etkisi yaratacak bende”

-“O zaman artık sende mi tökezlesen acaba…”

-“Geride bıraktığım tüm ömürlerim anlamsızlaşsın mı istiyorsun?

-“Benim ne istediğim değil, senin ne istediğin önemli. Sen ve bizler varız. Biz senin geride bıraktığın her ömüre karşılık bir kaç adamız.”

-“Siz de olmasanız…”

-“Zaten yokuz salak, biraz daha bizle konuşursan şizofreni tanısı yakın ona göre.”

-“Bunu herhangi birimizin fark etmesi halinde herkesin sesini birden keseceğini bilecek kadar farkındayız.”

-“Immm evet bunu kabul edebilirim.”


Geride kalan ömrümden, kalan ömrüme çok az insanı taşıdım ayrı bir fanus içinde. Hayatım boyunca anlaşılmak konusunda sorunlar yaşayan ben, gittikçe daha da anlanması güç şeylere girişiyordum. Ve her adımda bir grup insan daha anladığını sanıp gemiyi terk ediyordu.

“Sandıklarımız en büyük yanılgılarımızdır.” öğretisini benimsemiş gibi davrandıklarından dolayı olabilir. Gibi olmasaydı, gemiden gitmezdi ya da gitmek için davranışlar sergilemezdi. Sonuçta bazen terk etmeyiz, bizi terk etmesini sağlayacak şekilde hareket ederiz.

-“Ve şimdi 2000 kişiyi daha gemiye almayı düşünüyorsun.”

-“Gemiye alsam mı almasam mı diye yoklama yapıyorum dersek daha doğru olur.”

-“Bir sürü insan bir sürü söz verecek biliyorsun değil mi?”

-“Bilmem mi!!”

5 ömür gömdüm ulan. Sıradaki ömrümde diğer ömürlerimde olduğu gibi çıtayı yükselterek başlıyorum. 2000 insanın on binlerce kağıt kesiği olacak biliyorum.

Belki etraf kan revan içinde olacak. Ve ben her akan kana karşılık bir diğer taze kandan beslenip hedefe bir adım daha yaklaşacağım.

-“Peki sonra ne olacak?”

-“7. kez yeniden doğacak gücü toplayacağım…”

 

 

 

 

“Geride Kalan Ömrüm” için 5 yorum

  1. İçindeki adamlara bir mesaj….

    “Sizi öldüren şeyin “GÜVEN” denilen zehrin
    olduğunu unutup da “o”na inancınızı kaybetmiş gibi güvensizce
    davranmak yerine, her birinizin yaşamının sonunda
    farkına vardıklarınızla birlikte Voltran’ı oluşturmalı, “o”na destek olmalısınız.
    Tam 5 kişisiniz ;)”

    Bir mesaj da sana…

    Hedef çıtalarını yükselttiğin gibi savunma hattınında çıtalarını yükseltmek zorundasın.
    Çünkü 7. kez doğuşunu beklemek,
    “7” rakamının bizdeki anlam bütünlüğüne ters düşeceğinden
    dolayı olası kağıt kesiklerine karşı ölmemek odak nokta…

    Evlilik konusuna gelince, emekliliğin gibi evliliği de Sicilya’ya sakla PATRON! 😉

  2. Bu yazı, bir miktar ben’cilik barındırabilir. Algılarda oluşacak yeri ise tamamen bencillik olacaktır ki bu da en leziz yanı 🙂 Kelimeler ile oynamayı severiz ne de olsa…

    “30 yılı öyle yaşadım…” ile başlayan cümleden geldiğimiz noktayı düşünürsek, tezat oluşturacak şekilde ben, 30 yılı iyi ki öyle yaşamışsın diyorum.
    Iyi ki geride bıraktığın ömründe bunlar olmuş. İyi ki verilen sözler tutulmamış. İyi ki çakıl taşları birikerek, en içteki dürtülere kaya olup oturmuş. Yoksa o, içine yolculuk betimlemesi “bir şey” ile nasıl bu kadar anlam kazanabilirdi? 🙂 Yoksa anı cenneti, kalan ömrün çocukluk arkadaşları, dede sıfatına hikaye ile verilen anlam nasıl bu derece leziz olabilirdi? Ya dış ses? Geride kalan ömründen, bu güne taşıdığın bir avuç insanın içinde olan dost, sıradan görünen bir yayında, arka fondan gelen sıradan bir sesin, bir jenerasyona ismini verebilmesi nasıl mümkün olabilirdi? Geride bıraktığın ömründe bunca bıkmışlık yaşanmasaydı, farkındasız, tek düze bir insan olsaydın, kalan ömrün bir girişimcilik hikayesi ile nasıl başlayacaktı? Önceki 30’da da senin için anlamlar bütününü oluşturan Küçük Prens’in tilkisinin gün gelip de kalan ömründe, senin için çok daha fazla anlam ifade edeceğini, adını evcilleşmis bir jenerasyona vereceğini, betimlemelere betimleme katıp, hasat mevsimi adını vereceğin 5. Mevsim, geride bıraktığın ömrün olmasaydı nasıl olacaktı? 🙂 Betimleme demişken, bunu bile yetiremedigimiz anlatamadığımız “bir sey” nasıl oluşacaktı? 🙂
    Hikayeden önce sadece varlıklarından haberdar olduğum, doğada görevlerinin ne olduğu konusunda fikrimin olmadığı, üyesi olduğum jenerasyon var bir de 🙂
    (Jenerasyon kavramına bile farklı bir bakış açısı sağlamış adam yahu!) Bu konu hakkında fazla yazmayacağım… Ha unutmadan herhangi bir jenerasyona tâbi olamayanları unutmamam gerek. En leziz olanı da onlar olmalı bence çünkü, bir topluluğa ait olabilmek kolaydır lakin kardelenleri bilirsiniz. Onları da ona benzetiyorum tıpkı hikayeyi benzettigimiz gibi… Sonuç olarak soyutta BİZ, her birimiz, geride bıraktığın ömrünün, kalan ömrüne kelepçelenmiş bireyleriyiz
    (bir avuç olanlarımız) Zincir halatları da atlamayalım tabi 🙂
    Pekiii ya insanlık? Dünya? Evren? Tarih? Bunların cevapları bende var elbette lakin bir miktar gizem tohumunu, 2000 fidandan önce buralara ekmek istiyorum.
    Bi de, bi de şey var, en önemlisi! Kutsal V2 … 🙂

    Not:Bu yazı, geride bırakılan ömrün, kalan ömre atfında çok daha fazla uzatılabilirdi lakin bile isteye kısa yazıldı. 🙂

  3. Hani çok meşhur bir film vardı ya.
    “Umut iyi birşeydir. Belki de en iyisi. Ve iyi şeyler asla ölmez.”
    Bu düşünce bizi ve içimizdeki şizofrenik sesleri görmezden gelmemizi sağlar,hayata bağlar ve bizi bekleyen kalan ömrümüze at gözlüklerini takmış bir şekilde kırbaçlar diye düşünürken,seninle attığım adımların sonunun nereye gideceğini pek düşünesim gelmiyor. Çünkü sana “umut” olarak bakıyorum. Elinde tuttuğun meşaleyi belki birileri alacak. Hatta sönecek o meşale. Ama sonra tekrar yanacak. Umut.
    Tutulamayan sözler.
    İçimizi acıtsa dahi,tutulacak olan sözlerin umudu bağlıyor bizi. Ve biz o sözleri bekliyoruz. Tutulsun, ilerleyelim ve 1 rank daha yazalım tahtaya diye..
    Ve sen Umut!
    Sen iyi bir şeysin.
    Belki de en iyisi.
    Ve iyi şeyler asla ölmez…
    Fati..

  4. Yazının başına not : Yazarken dinlenen müzik “Keyboard Milk” ritimler parça parça değişiyor bir parçanın içerisinde bir çok ayrı parça varmış gibi, yazdığım yazıda da bir akıl odasından diğerine geçişler olmasını tetiklediğinden kelimelerin sayısı ve temas edilen konular artıkça artı

    Yazı yüksek oranda farkındalık gerektirir. Temeli, nedeni, insanı sorgulama niteliğindedir. Üstüne alınarak tüketilmemelidir

    Bir blog kavuşmasından tekrar Merhaba,
    Özlemişimmm…

    Kavuşmadığın sürece özlemenin bir anlamı yok değil mi ?

    Özlemek kavuştuğun sürece anlam kazanıyor değil mi?

    Sen hep böyle yaz arayı çok uzatmadan , sonra ben yazayım bloğa çok bekletmeden vesilemizle kelimeler de kavuşmuş olup özlem gidersin.

    Ne tesadüftür ki geçen sene bu zamanlar aşağıdaki satırlar parmaklarımdan döküldü “En Büyük Düşmanım 1- Sıradanlık”blog yazının altına …

    “Bu seyahat öyle bir seyahatti ki Diyarbakır’a değil içime/içine yolculuk gibiydi. Yıllar önce kapatılmış kapılar açıldı, üstü örtülmüş eşyaların örtüleri kaldırıldı, her kapının ardından bir hikaye hortladı…”

    Ekim’ler hasat zamanı, Eylül’ler de içe yolculuk zamanı mı oldu yoksa?

    Hani senin için anlamını yitirmiş bir dokunuşu başkasına verirsin de, o kişi için daha çok anlam kazanır ya tam da onun gibi aslında, bir sene önceki yorumda yazıldı zamanın aşıma uğradı ve yeni yazınla susuz kalmış bir çiçeğe su verilmesi gibi tazelendi çok daha özel bir anlam kazandı…

    Robert’s Coffee’nin kim bilir üzerine kaç kere oturulmuş, kaç kere akıl odalarına dalınmış, hayaller kurulmuş, hedefler belirlenmiş, koltuklarına oturmuş 5. Ömrünü doğurduğun 6. Ömrünün temellerini attığın eve doğru bakıyorsun. Tutulmayan sözleri geride kalan ömürleri düşünüyorsun, yetmiyor bir de üzerine kalan ömrünü ekliyorsun sadece yüzeysel içine değil içinin en derinlerine bir yolcuğa başlıyorsun. Üstelik bir bavul hazırlığı yapmadan üzerinde ne varsa onunla Yanına cüzdan diye kalan ömrünü de alıyorsun ki yolda başına gelen bir şey olursa lazım olur, vurgun yersem tüpün olur diye…

    Verilen sözler; tutulan sözler, tutulmayan sözler, söz vermeyeyim ama diyerek başlayan gizli sözler beklediğin sözler ve gelecekte verilecek sözler…

    Bir plaj düşün şimdi, gelmiş geçmiş tüm söz türleri bu plajın tamamını oluştursun.

    Tutulan sözler; plajda ki konakladığın otel gibiler kendini doyurduğun, uyuduğun, dinlendiğin, yenilediğin, yorulduğunda enerjini topladığın sığındığın. Ama kocaman plajın sadece 1/5 i kadar kalan 4/5’ü ise aşağıdakiler.

    Tutulmayan sözler: bazen çakıl taşı kadarlar kumsaldan denize geçerken ayaklarını minik minik acıtan bazen de keskin kaya parçaları gibiler ayaklarını kesip kanatan.. Tekrar tekrar canını yakmamaları için deniz ayakkabılarını giymen gerektiğini sana öğreten..

    Beklediğin sözler: kumsalın sonunda ki yüksek kayalıklar gibiler, gerçekleşsin diye dilediklerinden bu nedenle tırmanmak için çaba harcadığın inmesi ve çıkması meşakatli olan, fakat göreceğim manzara için değer dediğin, ara sıra oturup kenarına sahilden topladığın çakıl taşlarını(tutulmayan sözleri) geri denize fırlattığın.

    Gelecekte verilecek sözler: içinde sahile vurmayı bekleyen çakıl taşları ile dolu deniz gibiler, uçurumdan tekrar geriye attığın taşları gönderdiğin yer aynı zamanda..Senin tutulsa ne güzel olur diye düşünüp tutulmamasından mutsuzluk duyduğun, belki bu sefer tutarlar diyerek tekrar tekrar fırlattığın taşları sahilinde beklediğin yer..

    Söz vermeyeyim ama diyerek başlayan gizli sözler : Bir de bunlar var onlar aslında bakıldığında minik kum taneleri gibi zararsız görünen fakat birleştiğinde kumsalı oluşturan, gizli gizli içinde ki umudu besleyenler.. Tutulamayan sözler arasına girmemek için söz verme cesaretine sahip olunmadığından, göze alınamadığından, karşınsındakini değil kendi düşünüldüğünden, dile net kelimelerle getirilmeyen imaların ve davranışların altına saklanan karşısındakini arafta bırakan herhangi bir durum oluştuğunda da ama ben söz vermedim ki cevabıyla son bulan…Kumların çakıl taşlarının aşınmasından oluştuğu unutulan ,tutulamayan sözlerin mini silüetleri onlar. Tutulmayan sözlerden daha zararlı, verdiği hasar ve acı daha kuvvetli öyle bir noktada ki otel (tutulan sözler) ve deniz (gelecekteki sözler) arasında geleceğine ulaşmanı geciktiren vereceğin kararlara etki eden..

    Sorsam şimdi herkese yukarıda ki açıklamalar üzerine, desem ki hangisi “Siz” siniz? Sözünü tutan olur herkes, hep verilen sözlerin tutulmadığı kişi tarafındadır. İdeal insan sözünü tutansa eğer, neden hayatımızdan gittiler hem de bizler çıkartmadan diye sormazlar mı bize sonra?

    Biraz da senin girdiğin özele girelim.

    Hepimiz kendimiz için bir ömür yaşarız. Evli/ uzun süreli ilişki ve bekar arasındaki en önemli farkı oluşturan evlileri/uzun süreli ilişkileri bekarlara göre daha çok yıpratan etken bence şudur. Yalnızken tek kişilik bir hayat yaşıyorsun ve her şeyinle tek kişilik normal bir yaşlanma süreci geçiriyorsun çünkü sorumluluğun kendine en çok. Aile faktörü herkeste olduğu kadar etkili istisna olmadığı takdirde ortalama bir etkide de olabilir yıpratma konusunda ya da hiç yıpratmayabilir. Hayatımıza ciddiyetle aldığımız bir bireyde kendi ömrümüzle birlikte onun içinde bir ömür yaşıyoruz. Yani 3 yıl yaşadıysak bir 3 yıllıkta onun için yaşıyoruz bu da 3 yılı 6 yıllık yaşamaya denk getiriyor yani iki katı yıpratıyor bir de çocuk varsa bu sayı katlanıyor 9 12 15 vs gibi. Aslında sen 3 yıl yaşamışsın ama o 3 yılda hem eşin hem çocuklarının hayatını da yaşamış olduğun için geçirdiğin ömür değişmese de yıpranma oranın katlanıyor her derinine eklediğin bireyle..

    Daha önce sana da söylediğim gibi bu hikaye de 1 yıl seni 5 yıl yaşlandıracak etkiye sahip diye. Bunun temelinde ki neden de buydu her zaman.. İçselleştirdiğin gerçek derin bağlar kurduğun her insanın yükü daha da ağırlaştırıyor seni, zaten anlamlandırması zor olan süreç de aynı zamanda bedensel ve ruhsal yaşlanma sürecin hızlanıyor..

    2 yılı geride bıraktın sana bir soru kendini kaç yıllık yaşlanmış hissediyorsun ?

    Ve önünde; bu konuda seni zorlayacak kalan bir ömür var mevcutta olanlar ve yeni dahil olacaklarla zor olacak evet ama zamanı artıya akıtacak değil de farkındalık, enerji, soyut ve somut olarak destekleriyle zamanın etkisini artırmak yerine azaltacak insanlara da denk geleceksin. 3 yılı 1 yılmış gibi geçirtebilecek insanlara işte böylece hayatındaki o denge sağlanacak yoksa 2000 insandaki ihtimali hesaplar isek bir ömür yetmez ilk yapılan hesaba göre.. Öyle olursa kaç 7 ömür gömmek gerekir onu da sen hesapla..

    “Evrensel doğruları teoride kabul eden ama uygulamaya gelindiğinde birden fazla kez tökezleyen insanlarla evlenemem. Her tökezleme, gelecekte bir kağıt kesiği etkisi yaratacak bende”

    Başka bir açıdan senin tökezleme sandığın yürümeyi ilk defa deneyimleyecek olan emekleyen bir bebeğin sendemeleridir belki, ilk yürümeye başladığında hiç tökezlememiş biri olmak gerekir bu değerlendirmeyi yapmak için…

    Phoenix (Zümrüt-ü Anka) küllerinden doğandır. Herkes ne güzel her seferinde öldükten sonra küllerinden yeniden doğuyor diye imrenir.

    Onun ölürken yaşadığı acıyı, yaşanmışlıkların yorgunluğundan ve hayal kırıklığından bitap halde yere düşerken ki çığlıklarını duymadan.

    Ölümün acısı mı? Yaşama geri dönmenin mutluluğu mu deseler belki 100 kere doğmak yerine 1 kere ölmemeyi dilerdim diyecek..

    Yazı gayet geçmişe dönüş sorgulayış niteliğinde olmuş unutmamak bizim en değerli varlıklarımızdan, kıymetini bilirsek gerideki ömrümüz ilerideki ömrümüze yön verecek bir pusula gibi bizden sadece düz bir zemin hazırlayıp doğruyu göstermesine ortam yaratmamızı beklemekte…

    Sende asıl ömrünün Kristof Kolomb’u gibisin.

    Aslında büyük resim de hayatının haritasını çiziyorsun. Her ömründe hayatının bir kıtasını keyfediyorsun. 5 kıta keşfedilmiş 6’yı görüyor dümeni ona kırıyor, pusula ve hesapların doğrultusunda 7. Kıtanın olduğunu da tahmin ediyorsun.

    Şunu da çok iyi biliyorsun Amerika’yı tekrar keşf etmenin anlamı yok.

    Her geçirdiğin ömür diğer ömrün rotasını belirliyor gitmemen gereken yönün neresi olduğu konusunda sana yön gösteriyor.

    Veee 7 kıta tamamladığında kendi hayatının Dünya Atlas’ını bitirmiş olacaksın.

    Geride kalan ömründen alıntı; “Ve şimdi 2000 kişiyi daha gemiye almayı düşünüyorsun.”

    1 ruh hali 2 yazına yazdığım yorum; “Bu yolcu gemisini diğerlerinden farklı kılan en büyük özellik her limanda gemiye dahil olan yolcular var, kimi gemide ki imkanlardan yararlanıyor, kimi imkanlardan yararlanırken aynı zamanda gemide bir tayfa olarak kalmayı tercih ediyor, kimileri de imkanlar sadece yolculara kalsın diyerek ilk başta yolcu olarak bindiği sanılan bu gemide mürettebata dahil oluyor..

    Haritadaki limanlar belirlenip yol haritası netleştiğinde derinlerden bir ses gelecek ..

    Hedefimiz anlamlandırma limanı, tam yol İLERİ!..”

    İşte tam da o ses duyuluyor şuan daha yakından duyarsızların duyamayacağı desibelde, farkında kulakların kısıkda olsa duyabileceği lezizlikte.

    “Her nasip vaktine esirdir.” ve vakit geldi..

  5. Hayatımın bir kısmını insanların korkularından beslenerek, diğer bir kısmını insanları hor görerek ve sonunda insanları anlamaya çalışarak geçirdim. “Ulan kaç yaşındasın!” diyeceksiniz. 24 yaşındayım. Çok gencim farkındayım. Bu aşamalar yaşanırken başarımdan, en kıymetlim zamanımdan ve potansiyelimden bir sürü şey kaybettim. Aldığım kararlar pişmanlıklarla dolu olsa da onlardan çıkardığım derslerle bu açığımı kapatmaya çalıştım. Başarılı olduğumu düşünüyorum fakat kimse sizi eksiden sıfıra çıkabildiğiniz için alkışlamayacaktır. Evet yazı ile “Sıfır” sayı ile “0”. Hani kocaman bir sıfırsın diyorlar ya. Evet ben kocamaaan bir sıfırım. Sıfır hem başlangıçtır hem sonsuz. Sıfırın üzerine yoğunlaşıp daha fazla felsefe yapamayacağım ama ben dolup taşmak üzere olan bir sıfırım. “Miladımı yaptım geliyorum” diyorsunuz içinizden. Buna inanıyorsunuz artık olmayacak artık şaşmayacağım yolumdan ama bilinçaltı o tökezliyeceğin noktaları hesaplamaya çalışıyor halde olacaktır. Sonunda karar verdiğim şey şu oldu. Kaybettiklerim her zaman olacaktır. Peki ya kazandıklarım? Ben onlara yeteri kadar sahip çıkabilecek miyim? Yoksa kazandıklarımı Issız bir çölde bir damla su kadar yararlı kullanabilecek miyim? Yoksa bunlar damla halinde okyanusa katılarak eriyip gidecek mi? Kuşkucu biri oluşum belki bu sebeptendir. Amma boş laf yaptın ne anlatıyorsun diyorsunuz. Ya da anladığınızı düşünerek bu yorumu okumaya devam ediyorsunuz. Belki de bir çoğunuz okumayı bıraktı. Ben burada görünmek istedim. Evet Halil Beyin tabiri ile “Görünmek”. İçimde ki bu birikmişlik adeta bir sıfırın içerisinde sıkışmışcasına yaşanmış hayat beni buna itiyor. Artık kalk ve bir yerler de görün. Dürtülerimi durdurmak yerine artık onları yönlendirmeyi seçtim ve ilk defa kendime benzettiğim bir insan buldum. Sizinle beraber veya değil. Bu hayatın hepimize kattıkları kaybettiklerimizden güzel ve daha iyi olması dileğiyle. Yeni tanıştığıma edeceğim en içten duam. Beraber daha nice zamanlara.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Scroll to Top